SON DAKİKA
Tarih : 2023.09.12 15:50:45

12 Eylül’ün Gerçek Tanığı Gazeteci Faik Kaptan

12 EYLÜL’ÜN GERÇEK TANIĞI, GAZETECİ FAİK KAPTAN…

KENAN EVREN’İN UNUTULMAYAN “UTANDIM” SÖZCÜĞÜ.

Türkiye Cumhuriyeti, yani güzel ülkem, benim yaşadığım dönemlerde iki adet gerçek ihtilal ve birkaç tane de kalkışma gördü. İhtilallerden 27 Mayıs 1960’da olanında 15 yaşında ortaokul son sınıf öğrencisiydim. Hem okuyup, hem de çalıştığım o dönemde Adapazarı Hal’in de Kabzımal Mehmet Özgen’in yanında katiplik yapıyordum. Sebze ve meye halleri halkın nabzının tutulduğu mekanların başında gelir. Üreticiler, aracılar, tüketiciler, hamallar, pazarcılar, manavlar hepsinin harman olduğu yerdir. 1960 ihtilalinin yapıldığı ilk günden, Yassıada Mahkemelerinin son karar gününe kadar konuşulan tek konu ihtilaldi.

Mahkemeler devam ederken Genel kanı Adnan Menderes ve arkadaşları için istenen idam hükmünün yeri getirilmeyeceğiydi. Çay sohbetlerinde birbirlerine, “ Asamazlar, asmazlar” diyorlardı. Ancak sonunda bir başbakan ve iki bakanı astılar. Çalışırken para kazanmanın tadını aldığım ve akil baliğim de tam oturmadığı için o zaman ne olduğunu pek anlamadım. Fakat 12 Eylül 1980 darbesinin öncesinde, yapıldığı anda ve sonrasında tam içindeydim. İşte bu uzun hikaye de havalimanı muhabiri olarak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde 12 Eylül’de gazeteci olarak neler yaşadığımı ve bizleri nasıl örselediğini okuyacaksınız.

BÜYÜKLERE DERS

Ülkenin kaderini derinden etkileyen darbe ve darbe teşebbüsü gibi olayların geliş işareti mutlaka önceden bir yerden sızar. İşte iyi yönetici o sızmayı hisseder ve demokrasiyi katledecek olan bu hareket daha başını kaldırmadan ezilir ve ortadan kaldırılır. İşte 12 Eylül’ün de geliş işaretini bizzat yaşadım. Haberini yaptım. Manşet oldu. Ama kimse umursamadı. Bildiklerini okudular. Sonra mı? Sonrası Hamzaköy. Bu nedenle bu yazının verdiği ders çok önemlidir. 12 Eylül darbesinin mimarı eski Genel Kurmay Başkanı ve sonrasının Cumhurbaşkanı Kenan Evren’dir. Ölümünün ardından çok şey yazıldı ve söylendi. O dönemleri yaşayan bir gazeteci olarak bildiğim tek şey darbeler, geçiş yaptığı otoriter rejimlerin start tabancasıdır. Ancak darbe öyle bir günde gelmez. Önce hammaddeyi hazırlar, ayıklar, tencereye koyar ve pişirmek için ateşin yanmasını beklersiniz. İşte o ateş yandıktan sonra yapacak bir şey kalmaz. 12 Eylül darbesi de öyle bir günde olmadı. Önce sokaklar kan gölüne çevrildi.

Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk görev süresi dolunca Çankaya’ya çıktığı gibi aynı sessizlikle çekip gitti. Demirel ve Ecevit yeni Cumhurbaşkanının seçimi için bir türlü uzlaşamıyordu. 11 Eylül 1980 günü Meclis, 115’inci tur için toplandı ancak çoğunluk yoktu. Parlamenterler, her zaman olduğu gibi “Yarın devam ederiz” diyerek yatmaya gittiler. Ancak Meclis’in tam karşısındaki Genelkurmay’ın ışıkları halen yanıyordu. Yani tencerenin altı ateşlenmişti. Ertesi sabah saat 03.00’te memleket tank seslerine uyandı... Bizlere büyüklerimizden kalan çok güzel bir söz vardır. “ İnsan ne oldum dememeli, ne olacağım demelidir “ diye. Bunun en canlı örneği 12 Eylül döneminin Genel Kurmay Başkanı, sonrasının Cumhurbaşkanı Kenan Evren ve Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya’nın son yaşadıkları ve ölmeden önce düştükleri durumdur.

“UTANDIM”

1980 yıllarında da Atatürk Havalimanı’nda Hürriyet Muhabiriydim. O dönemde havalimanının adı Yeşilköy Havalimanı idi. Anlatacağım olay 12.Eylül 1980’den dört ay öncesine dayanır. Kenan Evren Genel Kurmay başkanı olarak 15 Mayıs 1980’de NATO toplantısı için Brüksel’e gitti. Bu sıralarda Türkiye’de Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanlığı süresi doldu. (6 Nisan 1980) ve ülke Cumhurbaşkansız kaldı. Ülkede anarşi had safhada, meclis çalışamaz haldeydi. Askerin ayak sesleri duyuluyor, siyasilerin çabaları çaresiz kalıyordu.

Sanırım 16 veya 17 Mayıs günüydü. Akşam saatleri Kenan Evren Brüksel’den dönecekti. Ben takip etmek için VİP salonuna gittim ve kendisini beklemeye başladım. Kenan Evren’i karşılamak için salonda komuta heyeti bekliyordu. Aralarındaki Orgeneral Bedrettin Demirel’i yakından tanıyordum Çünkü Kıbrıs Barış Harekatında Kolordu Komutanlığı yapmıştı ve orada beraber olmuştuk. Hatırımı sordu. Kendisine teşekkür ettim. Bu sırada THY uçağı indi. Kenan Evren’de salona geldi. Ben de dışarıya çıktım ve kapının kenarından içeriyi gözlemeye başladım. Benden başka gazeteci yoktu.

EVREN BENİ YANINA ÇAĞIRDI

Beni orada bir köşede omuzumda fotoğraf makinesiyle gören Kenen Evren eliyle işaret ederek yanına çağırdı. Bana, “ Sen Gazeteci misin? “ dedi. Ben de kendisine, “ Evet Hürriyet Gazetesi Havalimanı Muhabiriyim “ dedim. Bu sırada Demirel Paşa araya girdi ve kendisine beni Kıbrıs’tan tanıdığını söyledi. Kenan Evren bunun üzerine, “ Ooo çok iyi. Yaz bakalım “ diyerek şunları dikte ettirdi: “ Utandım... Brüksel’de tüm yabancı komutan ve diplomatlar bana ‘Hala bir Cumhurbaşkanı seçemediniz” diye serzenişte bulundular. Onlara bir cevap veremedim. Utandım. Meclisin bir an önce Cumhurbaşkanını seçmesi lazım. “ Söyleyeceklerinin bu kadar olduğunu söyleyen Kenan Evren’e fotoğraf çekmek istediğimi söyleyince de kabul etmedi. Çünkü kendisi de karşılayanlar da sivil kıyafetliydiler.

ŞEF İNANMIYOR

Teşekkür edip yanlarından ayrıldım ve doğruca üst kattaki odama gittim. Telefonla istihbarat şefim Erol Gönenç’i aradım. Kendisine bu olayı ayrıntılarıyla anlattım. Haberi de telefonla geçtim. Ancak Erol Abi bir türlü özellikle “ Utandım “ sözüne inanmıyordu ve bana ısrarla bunu söyledi mi diyordu. Ben de kendisine “ Evren Paşa bana bizzat dikte ettirdi” dedim. “ Teybe aldın mı” diyordu. O sırada yanımda teyp olmadığını söyledim. O zamanın teypleri bugünküler gibi cebe sığmıyordu. Teypler büyük boyutta ve kıymetli eşya grubundandı. Yurt dışına gidip gelirken bile gümrükçüler teybin pasaporta kaydını yapıyorlardı. Bir de Genel Kurmay Başkanları’nın bu şekilde gazetecilere konuştukları görülmemişti. Kendisini zor ikna ettim. Tabi Yazı İşleri de aynı sıkıntıyı yaşadı. Sonuçta ertesi gün bu haber gazeteye girdi ve tam dört ay sonra da 12 Eylül İhtilali yapıldı. Yani anlayacağınız ihtilalin ilk provası ve nabız yoklaması Genel Kurmay Başkanı Evren’in Nato Toplantısı için gitti Brüksel dönüşü Yeşilköy Havalimanında yapıldı. Tek sivil tanığı da bendim. Yani yemek hazırlandı, ama siyasilerimiz uyanamadılar. Sonra ceremesini Hamzaköy’de çektiler.

O GECE

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Silahlı Kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesinin olduğu, adına isterseniz 12 Eylül Darbesi deyin, isterseniz 1980 İhtilali. İşte o gece. Havalimanı Muhabiri olarak Yeşilköy Havalimanı’ndaki ( O zaman adı daha Atatürk Havalimanı olmamıştı) görevimin 4. yılındayım. Sultanahmet’te oturuyorum. Yeni evli sayılırım. Teras katı 1+1 kiralık sempatik bir daire. Saatler gece yarısını geçmişti. Güzel ve sıcak bir Sonbahar akşamı... Pencere açıktı...

Birden derinden derine uğultu halinde tank sesleri gelmeye başladı. Sesin geldiği istikamet Aksaray Vatan Caddesi yönüydü. Yani tanklar Vatan Caddesinde hareket halindeydi. O günlerde her gece tedirgin olarak yattığımız için birden fırladım ve aynı anda da evin telefonu çaldı. Gazeteden İstihbarat Servisi’nden arıyorlardı. Acele gazeteye gelmem söylendi. Gazete çok yakın olduğu için 10 dakika sonra tarihi Hürriyet binasındaydım. Yakında oturan ve gece nöbetçisi arkadaşlar gelmişti. İlk duyduğum cümle “ İhtilal oldu” Sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş ve foto muhabiri arkadaşlardan bir kaçı geri dönmüştü. Asker sokakta kimse olsun istemiyordu. Saatler 03.00’ü geçmişti. İstihbarat Şefimiz Mehmet Türker beni odasına çağırarak, “ Faik, şimdi Nezih Bey söyledi. Ankara’da Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit gözaltına alınmış gündüz saat 11.00 gibi askeri bir uçakla İstanbul’a getirilecekmiş.

Ne yap, ne et havalimanına git “ dedi. Çantamı kaptığım gibi Ulaştırma Servisine indim ve bir araç alarak yola çıktım. Daha Türbe durağına gelmeden ilk barikatta durduruldum. Bir Başçavuş sokağa çıkmanın yasak olduğunu söyledi. Kendisine havalimanında görevli olduğumu söyledim ama gazeteci olduğumu söylemedim. Havalimanında yakalarımıza taktığımız kartı gösterdim. Kartın üzerinde ki imzalardan birisi de burada görevli bir Albay’a aitti. Çünkü ihtilalden önce İstanbul’da Sıkıyönetim ilan edildiği için havalimanında Vali’den sonraki yetkili ikinci kişi Albay dı. Albay’ın imzasını görünce Başçavuş bizi bıraktı. Havalimanı’na kadar saydım tam 17 barikat geçtik. Son barikattaki Asteğmen uyandı ama artık havalimanı kavşağına gelmiştik. Mecburen bizi bıraktı.

POSTALLAR TERMİNALDE

Dış Hatlar terminaline girince bir anda şok oldum. Az sayıdaki yolcu koltuklarda uyuklarken ellerinde G-3 tüfeği ile onlarca asker çamurlu postallarıyla ortalıkta geziniyordu. Hemen odama girdim çantamı açarken kapıdan içeriye üstünde eğitim elbisesi olan bir Havacı Üsteğmen girdi. Bana kibarca ‘Günaydın’ dedikten sonra, “ Siz gazeteciymişsiniz. Gümrükçülerden öğrendim. Bugün burada gazetecilik yok. Bu nedenle sizden ricam fotoğraf çekmeyiniz ve haber yapmayınız”. Ne diyeceğimi şaşırdım. “ Pekala Üsteğmenim “ dedim. Eski terminalde Hürriyet’in küçük bir ofisi vardı. Transistorlü bir de radyomuz vardı. Radyodan devamlı olarak Hasan Mutlucan “ İzmir’in Kavakları” türküsünü söylüyor, arada da bildiriler okunuyordu. Havalimanı’nda uçaklar uçmuyordu, yolcular ne yapacağını şaşırmıştı. Saat 09.30 gibi bir anons yapıldı Yurt dışında Avrupa istikametine gidecek yolcular için THY filosunun en büyük uçağı olan DC-10 tipi bir uçağın kaldırılacağı duyuruldu. THY görevlileri uçağın Avrupa’da sırasıyla Viyana, Münih, Frankfurt, Paris ve Londra yolcularını alarak bu havalimanlarına uğrayıp yolcuları bırakacağını bildirdi.

Yolcu az olduğu için hepsini bir uçak içine alıp dolmuş usulü götürmeyi kararlaştırmışlardı. Ben de bu arada makinesiz olarak dolaşıyorum ve kendime yer arıyordum. Aşağıda VİP salonunda görevli bir polis arkadaşıma Demirel ve Ecevit’in saat 11.00 gibi geleceğini söyledim. VİP Salonu apron kenarında olduğu için gelenleri ilk olarak o görecekti. Gördüğü anda da bana haber vermesini rica ettim. Ben de bir üst katta arkadaşımız olan havalimanı camiasında her kesin tanıdığı Laz İsmail’in odasını yani Sabena Belçika Havayolları Ofisini gözüme kestirmiştim. Uçak indiği anda bir yolunu bulup üst kata çıkacak o tarihi fotoğrafı oradan çekecektim. Apronu en güzel gören yer orasıydı. Eski yıkılan kulenin dibiydi.

MATRİS SORUN OLDU

Ancak o sırada gazete idareden beni aradılar ve Almanya’ya uçak gideceğini duyduklarını ve ne yapıp edip bu uçağa matris vermek istediklerini söylediler. O zamanlar gazeteler matris adı verilen hazırlanmış kalıplarla baskıya giriyordu. Almanya baskıları içinde bu matrisin gitmesi şarttı. Ben kendilerine çok önemli bir görevim olduğunu söyledim. İlgilenmemin zor olduğunu bildirdim. Fakat ısrarla matrisin gitmesi gerektiğini Nezih Bey’in de bunu istediğini söylediler. Yol aramaları da biraz azaldığı için yarım saat sonra matris ofise geldi. Bu matrisin verilmesi için bir süre uğraştım. İhtilal olduğu için kimse almak istemiyordu. Kapalı bir ruloydu. Çekiniyorlardı. Sonunda Münih’te çalışan bir işçi kardeşimizi ikna ettim ve matrisi verdim. Bu arada saat 11.00 oldu. Odaya geldiğim anda telefon çaldı.

Sadece şöyle bir ses: “ Geldiler “. Makinelerimi alıp odadan fırladım. Üst kata çıkan merdivene yöneldiğimde oraya bir nöbetçi asker dikildiğini gördüm. Bana üst kata çıkmanın yasak olduğunu söyledi. Matris yüzünden yukarıya çıkmakta geç kalmıştım. Devam ettim yolun sonunda Usaş Restoran vardı. Oraya girdim ve cam kenarındaki masaya oturdum. Dışarıya baktığımda ilk gördüğüm hava bulutlu ve inceden de bir yağmur çiselemeye başlamıştı. Tele objektif kullanacağım ve önemli olan bir fotoğraf çekeceğim. İçin kendimi sağlama aldım ve makineye 400 asa bir film taktım. Bu sırada Sivil Meydan ile Askeri Meydan arasındaki yolun başına sağ tarafa bir askeri uçak park etti. Sol tarafa ise iki adet helikopter geldi. Enstantaneyi ve diyaframı pozometreye göre ayarlayıp makineyi gözüme getirdim, adeta nefes almadan uçağın içinden çıkacakları beklemeye başladım. Uçağın ve helikopterlerin etrafından terminale kadar her tarafta adım başı asker etrafta adeta kuş uçurtmuyordu...

BİZE İKİ ÇAY...

Uçağın kapısı açıldı... Tam valizler indirilirken omzuma dokunan bir elle irkildim... Davudi ses bana, “ Ben size bu gün burada gazetecilik yok demedim mi? “ diyordu... Bir şey söyleyemedim. Öylece kaldım. Konuşan, sabah odama gelen Üsteğmen’di. Elimden makinemi aldı. Masaya koydu ve kibarca garsonu çağırarak “ Bize iki çay getir “ dedi. Donmuş kalmıştım. Arkasında da iki asker bekliyordu. Üsteğmen kibardı. “ Merak etmeyin bir şey yok. Beraberce seyredelim” dedi. Bu sırada aprondaki görevli subaylar, erlere uçaktan Demirellerin ve Ecevitlerin bavullarını ilk helikoptere taşıtıyorlardı. Bavul taşıma işi bitince apron da hayat sanki durdu. Kısa bir süre sonra önce ilk olarak Süleyman Demirel’in başı uçağın kapısında gözüktü... Elinde ünlü fötr şapkası vardı. Ben Üsteğmen dönerek son bir gayretle, “ Üsteğmenim, müsaade edin bu tarihi anı çekeyim. Çekim bittikten sonra filmi siz alın Komutanlarınıza götürün. Belki onlar müsaade eder. Etmezse sizin arşivlerinizde kalır. Ben de her iki ihtimalde de gazetecilik görevini yerine getirmenin huzurunu yaşarım. Lütfen müsaade edin” dedim. Üsteğmenin cevabı ise masa üstündeki makinemi biraz daha ileri itip, garsona dönerek, “ Bize iki çay daha getir “ oldu.

Ve tarihi olay önümüzde akıyordu. En önde Süleyman Demirel, vakur ve başı dik elinde ünlü fotr şapkası yürüyordu. Arkasında Nazmiye Demirel, Onun arkasında Rahşan Ecevit ve en arkada da Bülent Ecevit tek sıra halinde uçaktan helikoptere doğru yürüyordu. Askeri meydana giden yolu enine olarak geçtiler. Yanlarında bir subay vardı. Sırayla helikoptere bindiler ve on dakika sonra helikopterler Hamzaköy’e doğru havalandı... Yüzünü hayatım boyunca unutamayacağım o Üsteğmen masadan kalktı görevini yapmanın huzuru içinde bana teşekkür etti ve gitti... Öylece kalmıştım. Yerimden kalkamıyordum. Kendime kızıyordum. Bana matris gönderdikleri için idaredeki görevlilere kızıyordum. Zamanı iyi kullanamamıştım. Belki daha önceden üst katı çıkıp Laz İsmail’in odasında saklanabilirdim. Ama olmamıştı. Tarihe sadece gözlerimle tanıklık etmiştim. Tabiî ki bunun hesabını da biraz zor verdim. Şefe anlattım. O da Nezih Beye anlatmış. Nezih Bey matrisin Almanya’ya gitmesine sevinmiş ve ama olayı belgeleyemediğimiz için üzülmüştü.

Fakat ne olursa olsun 12 Eylül sabaha karşı Cağaloğlu’ndan Havalimanına gelebilmiştim. Elimden geleni yapmıştım, ama olmamıştı. Saat 12.00 gibi havalimanına diğer gazetelerden muhabir arkadaşlarım gelmişti. Ama iş işten geçmişti. Hepsi benim erkenden geldiğimi öğrenmişler ve ne çektiğimi merak ediyorlardı. Kimseye bir şey söylemedim Ama çok üzgündüm. Sadece Avrupa’ya giden uçağı ve yolcuları çekmiştim. Onlar için bu bile yeterdi. İnanın tam bir hafta kendime gelemedim... O Üsteğmen uzun süre havalimanında görev yaptı. O günleri selamsız geçirdim. Bu da benim 12 Eylül günü yaşadıklarımdı.

Yazarlar