SON DAKİKA
Tarih : 2022.09.12 14:39:57

Kraliçe Elizabeth’in Ardından

KRALİÇE ELİZABETH’İN ARDINDAN.

BİR GAZETECİNİN O GÜN YAŞADIKLARI.

KRALİÇE’NİN YEMEĞİNDE Kİ HOPPACIK.

PRENSESİN AYASOFYA’DAKİ PARMAK DİLEĞİ.…

YENİ KRAL’IN APRON DA DEVE KESTİRMEYE KADAR GİDEN ÖYKÜSÜ DE BEDAVA.

Sevgili Dostlar;

Burada kimseden duymadıklarınız okuyacak ve öğreneceksiniz. Bizim meslekte yaşanmışlıkları anlatmak değil, yazarak geride bir şeyler bırakmak bana göre çok daha önemli. Beni tanıyanlar bilir, dostlarımla buluştuğum her zaman fırsat buldukça yaşanmışlıkları anlatırım. Bu anlattıklarımı o dostlarım kısa bir süre sonra unutabilirler. Ancak ben anlattıkça hafızamı tazelediğim için onları kısa sürede kağıda döker bir yerlerde tutarım. İşte Kraliçe Elizabeth ile 51 yıl önce yaşadıklarım da onlardan birisi. Sıkılmadan okursanız hem tarihe tanıklık eder, hem de Kraliçe’nin İstanbul’da geçirdiği o muhteşem günü yaşarsınız. Bu arada yazıya geçmeden önce fotoğraflar hakkında kısa bir bilgi vereyim: “ Bu fotoğrafların hepsini ben çektim. Yani kopyala yapıştır değildir. Açık otomobil üstünde İstanbul Halkını selamlarken çektiğim fotoğraf için Dolmabahçe’den Kabataş’a kadar o aracın yanında koştum. İkinci fotoğraf ise Konkurhipiği çok seven Kraliçe, Maslak’da Atlı Spor Kulübünün kendisi için düzenlediği yarışmada sporculara kupa verirken. Bu fotoğraf da özeldir. Üçüncü olarak benim gözüktüğüm fotoğraf ise Dünya Gazetesinde ki o ünlü filmi yıkadığım, yani film banyolarının hazırlanmasından, yıkanmasına, baskısına kadar her şeyini kendimizin yaptığı o laboratuarımız. Bunlar da ayrı bir tarih.

BUYRUN HABER ARKASI ŞÖLENE.

Kraliçe Türkiye’ye 1971 yılında geldi. Geldiğinde 45 yaşındaydı. Aradan tam 51 yıl geçti. Ben de mesleğe başlayan 26 yaşında bir çömezdim. Çok zarif bir hanımefendiydi. Güler yüzlüydü. Veda gününden kısa bir süre önceki fotoğrafına baktım, hala da öyleydi. Mesleğimin başlangıç yıllarında Kraliçe Elizabeth’in İstanbul'a gelişi gibi zorlu bir görevi bugün rahmetle andığım arkadaşım Sinan Akatay ile beraber çok güzel aştık. Müthiş anıları yaşadım.

KRALİÇE TÜRKİYE'DE.

İngiltere Kraliçesi Elizabeth ilk kez 1961'de Ankara'ya geldi. Cemal Gürsel'le 40 dakika görüştü. Çıkan haberlerde Kraliçe, "Adnan Menderes ve arkadaşlarının idamını önlemek amacıyla geldi" şeklinde haberler çıktı. Ancak 40 dakika kalıp ayrıldı. İkinci olarak 1971'de geldi. İşte ben oradaydım. İstanbul gezisinde, yakın takip görevindeydim. Tam tabiriyle bıyıkları yeni terleyen bir gazeteciydim. O dönem Bab-ı Ali’nin Okulu sayılan Dünya gazetesinde Rahmetli Erdoğan Bazer Şefimizin önderliğinde İstihbarat Servisi olarak alarma geçmiştik. Ben Sinan Akatay'la beraber yakın takip yapacaktık. İsimlerimiz ilgili yerlere verildi ve özel takip kartlarımız geldi. Hala saklarım. Kraliçe önce Ankara'ya geldi. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'dı. İlk önce Anıt Kabir'i ziyaret etti. Beraberinde eşi Prens Philip ve Prenses Anne vardı.

GÖMLEĞİ KURUTURKEN YAKALANDIM.

Akşam Çankaya'da onuruna bir resepsiyon verildi. Kraliçe ince ve hoş bir kadındı. Güler yüzlüydü. İstanbul’da ki resepsiyon için de adıma gelen davetiyesini görüyorsunuz. Davetiye de resepsiyonda frak giyme zorunluluğu vardı. Sonra gazeteciler için sadece beyaz gömlek ve kravat zorunluluğu geldi. Benim de bir tek beyaz gömleğim vardı. O gömlek de laboratuarda ki dolabımda dururdu. Baktım uzun süre kullanmadığım için biraz kirlenmişti. Orada küçük leğen içinde yıkadım. Kurutmak için de film kuruttuğumuz saç kurutma makinesini çalıştırdım. Gürültüden duymamışım bir anda arkamda rahmetli Genel Müdürüm Mithat Perin’i gördüm. Hemen makineyi durdurdum. Kendisi aynen şunları söyledi: “ Biz de Faik’e frak işini hallettin mi diye sormaya geldik? Adam gömlek kurutuyor” “Efendim bizim için beyaz gömlek, kravat yeterli dendi. O nedenle biraz kirli olan gömleğimi yıkattım. Dışarıda ütületeceğim.” “Pekala” diyerek çıktı gitti. Çünkü ona gelen davetiyede frak zorunluluğu gözüküyordu. Beni frak bulup bulmadığım konusunda kontrole gelmişti. Kraliçe’de bu arada Ankara’dan uçakla İzmir'e geçti. Oradan Britannia adlı yata bindi ve Kuşadası'na gitti. Efes'i ziyaret etti. Buradan da yat ile İstanbul'a hareket etti. Yolda Çanakkale'ye uğradı ve askerlerinin kabirlerini ziyaret etti. 23Ekim 1971 günü İstanbul'daydı. Kraliçe ilk olarak İstanbul'da Dolmabahçe'de karaya ayak bastı. 100'e yakın gazeteciydik. Bunlardan 50 kadarı ise yabancı gazete ve ajansın muhabiriydi.

YILIN FOTOĞRFI ORADA ÇEKİLDİ.

İşte burada Kraliçe Dolmabahçe'de motordan karaya ayak basarken her iki ayağı havada olan pozu yakalayan Reuter foto muhabiri o yılın en büyük ödülünü kazandı. Bu fotoğrafı google’de görebilirsiniz. Adamlarda son sistem motorlu Haselblad ve 6x6 ebatında çeken fotoğraf makineleri ve tele objektifleri vardı. Ben de ise borcunun daha yarısını ödeyebildiğim bir tane Minolta. 54 Mm.makinem vardı. Her şeyi bununla çekiyordum. O olayda mesafe de en az 100 m.

PARMAĞINI DELİĞE SOKTU.

Buradan Ayasofya'ya geçtik. Kraliçe ikinci kata çıktı. Ben çok yorulmuştum. Sinan daha iyiydi. Kendisinde ikinci katta Kraliçe'yi takip etmesini rica ettim. Ben de alt katta Prens Philip ve Prenses Anne' e bakacaktım. Alt katta gezerken Prenses Anne bir sütun'un önünde bir şey yaptı. Anlamamıştım. Hemen koruma polisine sordum. O da bana; sütunda "Dilek Deliği" olduğunu ve oraya parmağını sokup çevirerek bir dilek dilediğini söyledi. Dedim ye çok yeniydim. Ve o ünlü deliği de ilk kez görmüştüm. Ne olduğunu bilmiyordum. Hemen fırladım, Prensesin önüne geçtim ve boynu bükük şekilde tebessüm ederek yarım İngilizcemle, " Please Again" (Lütfen tekrar eder misiniz demek istedim) diyerek, parmağımla da işaret ettim. İnanır mısınız? Prenses Anne gülümseyerek bir adım geriye gitti ve parmağını benim için tekrar deliğe soktu. Hızla tek bir kare çektim ve teşekkür ettim. Özel ve çok önemli bir fotoğraf çekmiştim. Saat 13.00 civarıydı.

SEN MİSİN SALONA GİREN.

Kraliçe öğle yemeğini Topkapı Sarayı'nda Konyalı lokantasında yiyecekti. Fakat yemek yerken hiç bir şekilde görüntülenmesini istemiyordu. Ayasofya’dan Topkapı Sarayı’na geçtik. Bizler dışarıda bekliyorduk. Küçük notta gördüğünüz gibi Kraliçe’nin olduğu yemekte kesinlikle fotoğraf çekilmesi yasaktı. Öldüğü tarihe kadar bile Kraliçe yemek yerken görüntülenmedi. Ben mutfak kısmının yan tarafına geçtim. Surlardan hem boğazı seyrediyor, hem de sigara içiyordum. Karnım da çok acıkmıştı. Öğlen saati çoktan geçmişti. Mutfaktan arkadaşlardan bir lokma ekmek istedim. Onlarda eksik olmasın bana güzel bir sandviç yaptılar. Sandviçimi yerken derinden derine bir müzik sesi duydum. Oraya yöneldim. Servis kapısından içeriye girince bir anda kendimi yemek salonunda buldum. İçerde Münir Nurettin konseri vardı. Her kes huşu içinde yemek yiyor ve en ufak çatal bıçak sesi bile yoktu. Ben salonun bir kenarında görününce, hem İngiliz, hem de Türk korumalar bana yöneldi ve kibar bir şekilde sessizce her iki koluma girip beni hoppacık yaptılar, kapının dışına attılar. Dışarıda bekleyen gazeteci arkadaşlar benim bu halimi görünce başıma toplandılar. Onlara merak edilecek bir şey olmadığını, yanlışlıkla salona girdiğimi ve o nedenle atıldığımı söyledim ve fotoğraf ta çekmediğimi belirttim. Hepsi rahatladılar.

GEÇ KALMIŞTIK.

Saat 14.00'ü geçmişti. Kraliçe Saray’dan çıkış yapmıştı. Sinan'la gazeteye geldik. Biraz gecikmiştik. Geç geldiğimizi için bir sürü fırça yedik. Üstelik fotoğraf da istemiyorlardı. Küçük gazeteydik. Taşra baskıları hazırlanmıştı bile. Prensesin fotoğrafını söyledim. İstanbul baskıları için vermemi istediler. Fotoğrafları ve haberi ajanstan kullanmışlardı. Mahçuptuk ama şartlar öyleydi. Koskoca Kraliçeyi takip ediyorduk ama bir aracımız bile yoktu. Hürriyet, Milliyet, Günaydın, Tercüman ve Cumhuriyet gibi gazetelerde ki arkadaşlar gazetenin araçlarıyla takip ediyorlardı. Olsa biz de filmi zamanında gönderirdik. Filmi bile yıkamadan Ayazağa'nın yolunu tuttuk. Zira filmler de çok kıymetliydi. Kesip yıkasam en az sekiz on kare gidecekti. Aynı filmle devam ettik. Gazete garibandı. Ama bizler çok böyle bir gazetede çalıştığımız için çok mutluyduk. Belediye otobüsleriyle gidiyorduk. Bu sefer hedef Maslak’tı. Kraliçe Binicilik Sporunu çok seviyordu. Maslak’ta ki Atlı Spor Kulübü de onuruna bir gösteri düzenledi. Saat 17.00’da başlayacak gösteri için saat 15.00’de gazeteden çıktık. Kraliçe atları da çok seviyordu. Kendisi onuruna düzenlenen konkurhipik gösterisine katılacaktı. Gördüğünüz o fotoğraf da çok özeldir. Bizler bunu izleyip fotoğraflarken, bir baktım bizim patronun şoförü yan taraftan bana el sallıyor. Yanına gittim. Kendisi bana acele gazeteye gideceğimizi ve patronun istediğini söyledi. Tabii ben de şafak attı. Geç kaldığımız için herhalde "Kovulduk” dedim. Sinan'ı orada bırakıp gazeteye hareket ettik. Doğru Bedii Beyin odasına çıktım. İçerde Genel Müdür Mithat Perin ve birisi sakallı iki kişi daha vardı. İngilizce konuşuyorlardı. Bedii Bey bana dönerek, " Sen Prenses'in bir fotoğrafını çektin mi? diye sordu. Ben de "Evet Efendim" dedim. "Nerede?" dedi. Ben de "Makinede" dedim. Bu kez kızarak, " Anlamadım. Niçin yıkamadın?" diye sordu. Ben de "Biraz geç kalmıştım" dedim. İstemediler desem, bu kez her kes ve çok sevdiğim Yazı İşleri Müdürüm rahmetli Kayhan Küreman fırça yiyecekti. Bedii Bey kısa bir süre yüzüme baktı ve " Git hemen yıka" dedi. Odadan çıkıp o fotoğrafını gördüğünüz laboratuvarın yolunu tuttum. O dönemlerde her şeyi kendimiz yapardık. Film banyolarını kendimiz hazırlardık. Herkesin isimleri yazılı şişelerde birinci ve ikinci banyolar vardı. İlaçları bile Sirkeci'den gramla alır tartıp öyle hazırlardık. Özellikle, aynı zamanda bir fotoğraf sanatçısı olan Sinan Akatay’ın çok özel formülleri vardı.

OLEY CAM GİBİ...

İçeriye girip önce yürekten bir Bismillah çektim ve ışığı kapattım. Filmi makineden çıkardım. Dana önce bir de sigara yaktım. Çünkü filmi yıkarken gelip gelmediğini anladığımız yeşil ışık prizi kaçak yapıyor ve cereyan çarpıyordu. Onun için sigara ışığı ile daha rahat görüyordum. Ağzımda sigara filmi yıkıyor, arada sırada gelip gelmediğine bakıyordum. Nihayet göründü. O önemli kareyi de gördüm ve içim rahat etti. Kapıda Erdoğan Abi merakla bekliyordu. Arada bir de " Hadi be oğlum ne alemde " diye de bağırıyordu. Patron haber bekliyordu. Konuşamıyordum. Çünkü ağzımda sigara vardı. Nihayet filmi tespit banyosuna atıp kırmızı ışığı yaktım ve dışarıya doğru; " Cam gibi abi" diye bağırdım. Çok kıymetli bir kareydi. Gelenler İngiliz'di ve saraya yakın gazetecilerdi. Tarif üzerine beni bulmuşlardı. Filmi kurutup kağıda bastım ve doğru patronun yanına gittim. İngilizler çok beğenmişti. Prensesin parmağı delikte ve tam çevirirken de gülümsüyordu. İngilizler " Perfect, Perfect " diyorlardı. Sonrası mı? Filmin bütün haklarını satın aldılar. Bu işten gazete de ben de para kazandık. Ben yaklaşık iki maaş kadar ikramiye aldım. Hatta sanırım bir yıl sonra Prenses sevgilisiyle nişanlanınca, aynı ajans " Dileği tuttu" diye haber yapınca beni bizim Muhasebe Müdürlüğü aracılığı ile Merkez Bankası’ndan çağırdılar. O zaman Unkapanı’nda olan Merkez Bankası şubesine gittim. Bana İtalya’dan iki maaş tutarında olduğunu tahmin ettiğim miktarda bir dergiden Liret geldiğini söylediler. Türk Lirasına çevirdiler imza karşılığı temsil ettiler. Benim nereden haberim olacaktı o haberin kullanıldığından. Ama adamlardaki dürüstlüğe bakar mısınız?

GELELİM YENİ KRALA.

Bir havacılık sitesi Airpor Haber’in “ Apron’da Deve Kestiler” başlıklı özel haberini hepimiz hatırlarız. İşte o haberin en başında Prens Charles vardı. O da benden. Onun hikayesi de şöyle: THY’den sevgili Tezcan Yaramancı’nın Genel Müdür olduğu dönemdi. Hükümet İngiltere’den RJ-70 tipi uçak alımına karar verdi. Sanırım firma adı British Aerospace’ydi. İlerde THY’nin kabusu olan bu uçakların ilkini kendisi de pilot olan Prens Charles getirdi. Bugünkü Devlet Konukevi’nin önünde düzenlenen bir törenle karşılandı. Uçak tanıtım için gelmişti. O anında fotoğrafı var ama, evde bulamadım. Sanırım Havalimanında ki dolabımda. Bulunca yayınlarım. Yıl 1992’ydi. Bu uçaklardan önce üç adet kiralandı. Daha sonra İngilizlerin devlet firması olan şirket bunların RJ-100 modellerini çıkardı. Türkiye bu uçakların ilk müşterilerinden biriydi. Önce üç adet RJ-70, daha sonra iki adet opsiyon kullanarak 5’e tamamlandı. RJ-100’ler çıkınca da bu kez 10 adet daha alındı. Ancak zamanla bu uçakların iyi bir seçim olmadığı anlaşıldı. Samsun’da, Siirt’te ve Diyarbakır’da olmak üzere üç adedi kırıma uğradı. Son olarak Sayın Temel Kotil’in Genel Müdürlüğü döneminde uçakların kanat yapısında yanlışlık tespit edildi. Benzin artığı suyun kanat dibinde birikerek korozyana neden olduğu anlaşıldı. Bu kez biz “Alın uçaklarınızı geriye “dedik. Dedik ama öyle kolay değil. Çok uzun süreç yaşandı.Burada yazmaya kalksam sayfa yetmez.

Özetle THY, uçakların tek tek tam bakımlarını yapıp iade etmek istedi. Onda bile zorluk çıktı. Sonuçta süre doldu. İşte son uçak iade edilirken o dönemin Teknikten sorumlu Başkanı Şükrü Can espiri olarak yaptığı “Bunlardan kurtulduğum gün deve keseceğim” lafı gerçek oldu. Son uçak görderildikten sonra bir gün çalışanlar kendi aralarında topladıkları parayla aldıkları deveyi aprona getirdiler. Müdürleri Şükrü Can’ı çağırdılar ve “ İşte müdürüm sözünüzü tutalım” diyerek deveyi orada dualarla kestiler. Şükrü Beyin diyecek bir şeyi yoktu. Olan olmuştu ama THY hayatı da son bulmuştu. Gazeteciler olayı duyup haber yapınca da ayrıldı gitti. Sanırım o dönem Nijerya’ya gitmişti. İşte Dostlar, Yeni Kral 3. Charles’in Türk Sivil Havacılığına, özelde THY’ye ve Şükrü Bey yaptıkları. Bunu da tarihin içinde bir yere not edelim. Yeni Kral’a tahta oturunca THY’nin uğradığı bu zarar hatırlatılırsa belki yeni uçaklarda bir kolaylık yapar. Çünkü o artık bir KRAL. Bütün yetkiler onda.

Sevgiyle Kalın.

Yazarlar