SON DAKİKA
Tarih : 2021.01.09 15:44:19

THY’nin İlk Genel Müdürü Pilot Fesa Kaptan

AMASRA AÇIKLARINDA RUSLARIN BATIRDIĞI GEMİDE Kİ GİZEMLİ KOMUTAN, THY'NİN İLK GENEL MÜDÜRÜ PİLOT FESA KAPTAN...

PEKİ, AYNI GEMİDEKİ DENİZCİLERDEN BİRİSİ DE BENİM BÜYÜK AMCAM SALİH REİS Mİ?

MÜTHİŞ BİR HİKAYE. İŞTE KESİŞME VE ÇAKIŞMA BU OLSA GEREK...

Bu bir THY'nin ilk Genel Müdürü Fesa Evrensev ile benim Büyük Amcam yani Dedemin kardeşi Salih Reis'in kesişen hayat hikayesi. Özellikle sürgündeki Sibirya yaşamlarının hikayesi. Karadeniz'in hırçın dalgaları üzerinde kürekle kaçan Pilot Yüzbaşı Fesa Evrensev ve Salih Reis'in de olduğu beş vatanseverin inanılmaz hikayesi. İnanılmaz ama sonuna kadar gerçek bir yaşanmışlık. Neresinden, nasıl başlayacağımı üç gündür beceremedim. Hala inanamıyorum, ama gerçek. Kolay değil, 63 yıl öncesi yaşadıklarımla, üç gün önce okuduklarım bir anda çakıştı. Anılar denizinde uzun saatler çabaladıktan sonra düzlüğe çıkıp bu yazıyı yazdım.

Öncelikle Türk Hava Yolları (THY) tarihine biraz olsun ışık tutarsa sevinirim. Kolay değil tam 43 yıldır Havalimanı Muhabirliği yapıyorum. Bunun büyük bölümünü THY ile iç içe yaşadım. Yıllardır yazdığım haberlerde hep; " Türkiye'nin Bayrak Taşıyıcı, Ulusal Havayolu Şirketi THY" giriş yazısını kullandım. İşte bu Bayrak Taşıyan THY'mizin ilk kuruluşundaki Genel Müdürü ile benim Büyük Amcam Salih Reis'in inanılmaz 5 yıl 8 ay süren Sibirya sürgünde geçen ve şimdiye kadar hiç bir yerde okumadığınız ve yaşayan tek kişi olarak da sadece benim anılarımda saklı olan bu inanılmaz yaşam hikayesi.

HALIDERE'DEKİ BÜYÜK AMCAYA ZİYARET

Babam Vehbi Kaptan Adapazarı'na yapılan Vagon Fabrikası (TCDD)'nın kuruluşunda yaptıkları enerji santralının çalıştırılması gerekçesiyle İstanbul'dan bu güzel kasabaya tayin oldu. Adapazarı o zaman yani 1952 yılında daha kent olmamıştı. Önce kiraya taşındık. Sonra da Şirin Evler semtinde 60 arkadaşıyla kurdukları bir kooperatifle yaptıkları villa tipi bahçeli dünya güzeli evimizde yaşamaya başladık. Bu eve geçtikten sonra Amasra'da yaşayan Dedem İbrahim Kaptan ki ona kısaca herkes İbram Kaptan derdi, ve Babaannem Hatice Hanım ile her yıl bize gelirler ve iki üç ay kalırlardı. Yaz tatiliydi. Ben ilkokulu o yalı bitirdim.

Dedemler bizdeydi. Babaannem bir gün bana, " Yarın seninle Halıdere'ye Büyük Amcanı ziyarete gideceğiz" dedi. Dedem daha yaşlı olduğu için hasta olan kardeşini ziyaret için babaanneme söylemiş ve Faik'le gidersiniz demiş. Tabi benim hoşuma gitti. Yeni bir yer görecektim. Değişiklik olacaktı. Neyse ertesi sabah önce otobüsle İzmit'e gittik. Oradan vapura bindik ve Halıdere'de indik. Kısa bir süre sonra evi bulduk. Büyük Amca yataktaydı ama oturuyordu. Bizi görünce çok sevindi. Ben el öpme faslı bittikten sonra hemen bahçeye çıktım. Kiraz zamanıydı. Ağaçtan topladığım kirazları bir güzel yedim. O gece orada kalacaktık. Akşam yemeğini yedikten sonra ben sedirde oturuyordum.

"GEL BAKALIM TORUN"

Kadınlar kendi arasında tatlı bir sohbete dalmıştı. Büyük Amca Salih Reis de bana doğru bakıyordu. Büyük Amca bir anda bana doğru seslenerek: " Torun gel bakalım şöyle yakınıma" dedi. Ben hemen kalktım yatağın yanına oturdum. " Kaçıncı sınıfa gidiyorsun?" diye sordu. Ben hemen, " İlkokulu bitirdim, bu yıl Orta Okula başlıyorum" dedim. " Ooo Maşallah. Şimdi sana anlatacaklarımı iyi dinle. Büyünce, benim böyle bir amcam var der, sen de anlatırsın" dedi. Heyecanlandım ve merakla dinlemeye başladım.

Salih Reis gür beyaz sakallarını sıvazladıktan sonra başladı anlatmaya: " Gençliğimde Trabzon'dan hemşerimiz Ahmet Reis'in takasında tayfalık yapıyordum. Kurtuluş savaşı başlamadan önce Karadeniz vilayetlerinden İstanbul'a kereste taşıyorduk. 1920'li yıllarda cephane silah ve yiyecekleri bu kez İstanbul'dan Karadeniz limanlarına götürmeye başladık. Tabi bu işleri kaçak yapıyorduk. Bir gün bizim reis gemiye bir misafir geleceğini onu aldıktan sonra hareket edeceğimizi söyledi. Bir kaç saat sonra bizim takaya bir sandalla zabit olduğunu bildiğimiz bir genç getirildi. Üzerinde siyah renkli bir deri mont ceket vardı. Genç arkadaş gemiye çıkınca selamlaştık ve adı ile kimliğinin bilinmesini istemediğini özel bir görevle Kafkas Cephesi için gittiğini söyledi. Biz de ona da Reis demeye başladık. Boğaz ağzından çıktık Karadeniz'e açıldık."

RUS SAVAŞ GEMİSİNE YAKALANDIK

Salih Reis eşinin getirdiği çaydan bir yudum aldıktan sonra devam etti: " Gecenin karanlığında giderken bir anda bizim takayı bir ışıldak aydınlattı. Bir terslik olduğunu anladık. Büyük bir gemi karanlığın içinde yanaştı. Bordo bordoya geldik. İp merdivenle bizim gemiye geçen dört asker Rusça bir şeyler söylüyordu. Ben biraz anlıyordum. Hepimizin yere yatmasını istiyorlardı. Ben arkadaşlara söyledim. Hep beraber yere yattık. Silahlı Rus askerleri bizi teker teker kendi gemilerine götürdü. Gemiye çıkanın elleri arkadan bağlanıyordu. Yani esir alınmıştık. Sonra bizim gemiyi aradılar silahları ve yiyecekleri kendi gemilerine taşıdılar. Bu arada gün ağardı. Kıyıya doğru bir baktım kendi memleketim olan Amasra açıklarındaydık. Hepimizi güverteye dizdiler. Sanırım 12 arkadaştık. Hepimize tek tek sorular sordular. Ben anladığım kadarıyla Türkçeye çeviriyordum. Sıra bizim komutana gelince bir anda ortalık karıştı. Ruslardan birisi bizim komutanın üstündeki deri montta gördüğü bir işareti komutanına gösteriyordu. Önce anlamadık. Ancak Rus komutan gelince iş ortaya çıktı. Bizim komutanın üstündeki deri ceketteki işaret Alman subayların kullandığı bir işaretmiş. Tabi kıyamet koptu. Bizim komutanı yaka paça alıp geminin ortasındaki bayrak ve flamaların olduğu bir direğe bağladılar. Beni yanına getirip soru sormaya başladılar. Kendisini Alman taraftarı olmakla suçluyorlardı. O dönem Rusların en büyük düşmanı Almanlardı. Bizim komutan önce ne olduğunu anlamadı ama öğrendikten sonra söylediklerine Ruslar inanmamıştı. Komutan deri ceketi parayla kapalı çarşıdan aldığını söylüyordu. Kimseyi ikna edemedi. Direğe bağlı kaldı. Bizleri de alıp dip mahzene attılar. Daha sonra Rus Savaş gemisi hareket etti. Ben lomboz penceresinden güzel memleketim Amasra'ya bakıyordum."

" ALLAH'IN SEVDİĞİ KULMUŞSUN"

Ne olduklarını anlamadıklarını Rusların kendilerine niçin böyle davrandıklarına akıllarını erdiremediklerini söyleyen Salih Reis komutanın direkten kurtuluşunu şöyle anlattı: "Hiç birimiz konuşmuyorduk. Saatler sonra fırtına çıktı. Dalgalar geminin boyunu aşıyordu. Derken yağmur ve şimşekler çakmaya başladı. Bir kaç saat sonra kapı açıldı ve bizim komutanı perişan bir halde bizim yanımıza getirdiler. Dışarıda olduğu için sırıl sıklam ıslanmıştı. yanına gittim. Titriyordu. Biraz sonra Ruslar komutan için çamaşır ve gömlek getirip bıraktılar. Ne olduğunu sorunca gülmeye başladı ve anlatmaya başladı; ' Yağmur ve şimşekler çakmaya başlayınca güvertede kimse kalmadı. Benim nöbetimi tutan asker de içeriye sığındı. Ben direğe bağlı tek başıma idim. Bir anda tam benim bağlı olduğum direğe bir yıldırım düştü.

Bir anda silkelendim. Elimdeki bağlar yıldırım nedeniyle yandı ellerim serbest kaldı ve kendimi yerde buldum. Nasıl oldu anlayamadım. Yıldırım sanki vücudumu teğet geçti. Kenara kaçtım. Bu sırada Rus askerler gelip beni içeriye çekti. Kendi aralarında bir şeyler konuştular ve sizin yanınıza getirdiler.' Biraz sonra bir Rus askeri bize yemek getirdi. Dönüp komutana bir şeyler söyledi. Bizim Reis bana dönüp ne dediğini sordu. Ben de kendisine askerin, ' Allah'ın sevdiği kulmuşsun' dediğini söyledim. Bizim komutan bu kez gülerek olanları anlattı ve " Ben o felaketten sağ çıkınca Ruslar çok şaşırdı ve bana başka gözle bakmaya başladı. Bu nedenle beni bir daha bağlamadılar.' "

İSTİKAMET SİBİRYA

Heyecanlı bir film izler gibi Büyük Amcam Salih Reis'i dinliyorum. İnanılmaz bir hikaye anlatıyordu. Rus savaş gemisiyle kaç saat gittiklerini hatırlayamadığını söyleyen bizim Reis gecelerinin gündüze karıştığını belirterek sözlerine şöyle devam etti: " Bir liman geldik. Neresi olduğunu bilmiyorduk. Her yerde Rusça yazıyordu. Rusça anlıyordum ama okuyamıyordum. Bir kaç saat sonra ellerimizi tekrar bağlayıp dışarı çıkardılar. Bir araca bindirip bizi tren istasyonuna götürdüler. Bizi trene bindirdiler. Tren dediğin, normal yolcu vagonları olan değil, bildiğin marşandiz treni. Bizim atıldığımız vagonla daha önce hayvan taşındığı için yerlerde saman ve hayvan pislikleri vardı. Ellerimizi çözdüler. Kapıyı kilitlediler. Üstüne uzanacağımız birer eski battaniye verdiler. Battaniyeler biraz büyüktü hem üstümüzü örtüyor, hem de altımıza seriyorduk. Durduğumuz istasyonlarda yemek ve su veriyorlardı. İçerde on iki kişiydik. Altı arkadaş bizden iki istasyon önce indirdiler. Biz beş altı saat daha gittikten sonra indirildik. Bizi uçsuz bucaksız kar altındaki bir garip köye bıraktılar. Rus çavuşun emrindeki 15 kişilik bir birlik bizleri teslim aldı. Rus askerler bizi köyün hemen yanındaki bir kulübeye kapattılar. Hiç olmazsa günler sonra sıcak bir yere kavuşmuştuk. İşte bu Rusya'nın en kuzeyindeki Sibirya'nın bir köyünde tam altı yıla yakın yaşayacaktık.

KURŞUNA DİZMEK İSTEDİLER

Bu köydeki yaşantılarının zamanla esaretten öteye geçtiğini söyleyen Büyük Amcam anlatırken biraz yorulmuş ve o günleri hatırlarken hüzünlenmişti ama durmadan devam etti: " Günler geceler geçiyor, aylar yılları deviriyordu. Bizler de yeni hayatımıza alışıyorduk. Rus Çavuş da bize alışmıştı. Bizim dışarı çıkmamıza izin vermişti. Sadece trenin geçtiği haftada bir gün bizi içeriye kilitliyordu. Tren gittikten sonra serbest bırakıyordu. İşin ilginç yanı köyde her gün kişi başına birer parça peksimet dağıtılıyordu. Yani bizler de Rus köylüler gibi her gün bu peksimetten faydalanıyorduk. Domuz eti verdikleri için yemiyorduk. Sadece donmuş balık ve tavuk olursa yiyorduk. Köylüler de bize alışmıştı. Onlara yardımcı oluyorduk, kapılarını pencerelerin tamir ediyor, çatılarını aktarıyordu. Zaman akıp gidiyordu. Bir gün çavuş köydeki yetkiliyle konuştuğunu, bizlerden artık kurtulmak istediklerini söyledi ve ' Sizleri arayıp soran yok. Boşuna ekmeğimize ortak oluyorsunuz. Yarın sizi kurşuna dizeceğiz' dedi. Kendisine biraz da yalvarır gibi aman diledik. Kabul etmedi ve " Kendi dininize göre yarın hazır olun' dedi.

O gece uyuyamadık. Sabah aptest alıp namazımızı kıldık ve hepimiz birbirimizle helallaştık. Dışarıya çıkartıldık. Ellerimiz arkadan bağlandı. sıraya dizildik. Komutan pozisyonundaki o çavuş geldi. Tam bir Koministdi. Suratı hiç gülmüyordu. Bu sırada bir gürültü ve bağırış çağırış oldu. Hemen yanımızdaki köyden halk bizim kurşuna dizileceğimizi duyunca harekete geçmişti. 50- 60 kadar köylü kadın, çoluk çocuk, ihtiyar sırada bekleyen bizlerin önüne geçtiler. Rus çavuşla bağıra çağıra konuşuyorlardı. Biz merakla bekliyorduk. Arkadaşlarda bu kadar yıl sonra Rusçayı biraz olsun öğrenmişlerdi. Özellikle yaşlı kadın çavuşun yanına gitti. ' Türkleri vurmayın. Bizim de çocuklarımız Türkiye taraflarında askerlik yapıyor. Duyarlarsa onlar da onları vurur. Salın gitsinler.' diye bağırıyordu. Ellerinde tüfekleri olan askerler de bu engellemeye sevinmiş gibiydi. Bir kaç tanesi tüfeğini omuzuna asmıştı bile. Çavuş bunun üzerine yanımıza geldi ve ' Bakın biz Ruslar iyi insanlarız. Bunu unutmayın. İlk gelen trenle sizi göndereceğim. Hazırlanın ' dedi. Bizler sevinçten ağlıyorduk. Köylüler ellerimizi çözdüler. Önce çavuşa sonra o en öndeki yaşlı kadına sarıldık. Kendimizi tutamıyorduk. Ağlıyorduk. Altı yıla yakın oradaydık. Çoğumuz sakallıydı. O gece traş olduk. Sabah erken kalkıp köye indik. Gördüğümüz köylülerle vedalaştık. Teşekkür ettik."

VATANA DÖNÜŞ ÇİLESİ

"Bir haftaya yakın yolculuktan sonra yıllar önce ki kasabaya ulaştık. Üzerlerimizde kimlik yoktu. Kaçak gezemezdik. Hemen yakalanırdık. Bizim komutan akıllı bir adamdı. Üzerinde hala Rusların verdiği gömlek vardı. Bir karakol bulup kendisinin onlarla konuşacağını söyledi. İçeri girdi bir saat sonra elinde bir kağıtla dışarı çıktı gülüyordu. Ne yaptığını sorduğumuzda, 'Her şeyin doğrusunu söyledim. Türk gemicileri olduğumuzu, balıkçılık yaptığımızı, 6 yıla yakın Sibirya'da cezaevinde olduğumuzu ve cezamızı çektiğimizi söyledim. Şimdi memlekete gitmek istediğimizi ve biraz para kazandıktan sonra hareket edeceğimizi söyledim. İnandı bu kağıdı verdi.' Beş arkadaştık. Hemen kalacak bir yer ayarladık. Tek odalı bir yerde yer yataklarında kalıyorduk. Bir arkadaşımız lokantada çalışıyordu. Her işi yapıyordu. Garsonluk bulaşıkçılık gibi. İki arkadaşımız inşaatlarda amelelik yapıyordu. Ben de komutanla birlikte limana gelen gemicilere yardımcı olup bahşiş alıyorduk. Bu arada da memlekete gidebileceğimiz gemi araştırıyorduk.

Bu limana gelen gemilerin hepsi Tuna nehri ağzındaki bir limana gidiyordu. Kaçak yolcu almaya da korkuyorlardı. Sonunda yakında bulunan bir balıkçı barınağında 7 metrelik eski bir sandal bulduk. Sahibine ulaştık. Ederi kadar paramız yoktu. Paramız birikince alabileceğimizi söyledik. Kabul etti. Biraz da indirim yaptı. Sandal biraz macun istiyordu. Biz o işi hallederdik. Zira işimiz buydu. Sonunda iki ay sonra parayı toplayıp gidip sandalı aldık. Orada bulunan gemicilerden boya, macun gibi malzemeler aldık. Bir haftalık bakımdan sonra sandalımız hazırdı. Kafaya koymuştuk. Karadeniz'e açılıp memlekete kürek çekerek gidecektik. Bir çift de yedek kürek aldık. Hareket edeceğimiz günün akşamından fırına gidip çok sayıda ekmek aldık. Dört büyük teneke su aldık. Artan paramızla Rus bisküvisi ve azda olsa peynir aldık.

BİR ARKADAŞIMIZI KAYBETTİK

Yola çıkacağımız sabah erkenden kalkıp namazımızı kıldık. Eşyalarımız topladık. Battaniyelerimizi ve bir iki tane de yastık gibi minderlerimiz vardı. Onları da aldık. Limana geldik. Bu sırada limanda balığa çıkan Ruslar bizi görünce merak edip geldiler ve sordular. Onlara balığa çıktığımızı söyledik. Zira yanımızda olta takımı da vardı. Onu görünce inandılar. Sonunda güneşin doğumuyla beraber 'Vira Bismillah' diyerek yola çıktık. İkişer saatlik nöbetlerle kürek çekiyorduk. Hava karardığı zaman kara kaybolmuştu. Hava soğumuştu. Ama devamlı kürek çektiğimiz için soğuğu hissetmiyorduk. Bizler denizci olduğumuz için yönümüzü yıldızlara göre takip ediyorduk. En büyük yardımcı Şimal (Kutup) Yıldızıydı. İkinci günün gecesi hava bulutlandı ve yağmur başladı. Yıldızlar kayboldu. İçimize biraz korku düştü ama bu yola artık baş koymuştuk.

Sabaha karşı yağmur durdu ve hava açtı. Moralimiz yerine geldi. Denizin ortasında bizden başka hiç bir hayat belirtisi yoktu. Bu arada bir arkadaşımız hastalandı. Öksürmeye ve ateşten titremeye başladı. Onu terletmek için battaniyelere sardık ama ateşi düşmedi. Dördüncü gün sabaha karşı bu arkadaşımızı maalesef kaybettik. Dinimizin gereğini yaparak duasını yaptık ve kendi giysileriyle denize bıraktık. Yıllardır kardeş gibi olmuştuk. Bir anda aramızdan ayrılıp gitti. Bu moral bozukluğu ve aşırı yorgunluk nedeniyle bitap düşmüştük. Ellerimiz kürek çekmekten patlamıştı. Beşinci gün şiddetli poyraz fırtınası başladı. Sandala kürekle hakim olmanın imkanı yoktu. Kürekleri içeri alıp kaderimize razı olduk. Yorgunluktan adeta sızmıştık.

KURTULUŞ

İlyas adında genç bir arkadaşımız vardı. Bir tek o ayakta kaldı. Diğer üçümüz sandalın içine kıvrıldık bayıldık. Gözümüzü açtığımızda karaya ulaşmış bizi sırtlarına almış insanları gördüm. Sonradan öğrendim. Denizin ortasında çalkalanıp dururken bizim İlyas açıktan bir balıkçı teknesinin geçtiğini görüyor. Gömleğini çıkartıp uzun süre sallamış, bağırmış. Tam ümidini kesmişken teknenin kendilerine döndüğünü görünce sevinç çığlıkları atmış. Bizim komutan bunu duyunca ikisi beraber yaklaşan tekneye bizleri taşımaya yardım etmişler. Ben hala baygındım. Kurtulmuştuk. Küçük bir dispanser gibi bir binaya götürülmüştük. İki gün sonra kendimize gelmiştik. Bu ara komutanın götürüldüğünü söylediler. Oradaki garnizon komutanı bize bakmaya geldiğinden komutan galiba kendisini tanıtmış.

Hemen kendisini oradan alıp Batum'daki büyük hastaneye götürmüşler. Bir aydan fazla orada kaldık. Dispanserden çıktıktan sonra garnizonda bir evde kaldık. Oradaki komutan bize biraz harçlık verdi, yeni kıyafet verdi. İki arkadaş olarak biz izin isteyip Trabzon üzerinden memlekete gideceğimizi söyledik. Bir arkadaş orada kaldı. Çok bitkindi. Biraz daha dinlenmek istediğini söyledi. Biz helallaşıp iki arkadaş olarak ayrıldık. Yola düzüldük. Kağnı arabası dahil ne bulduysak bindik ve bir hafta sonra Trabzon'a vardık. Doğru limana gittik. Orada tanıdık reislere rastladık. Onlar bizim başımıza gelenleri duymuşlardı. İki gün sonra İstanbul'a yük götürecek takaya binebileceğimizi söylediler. Sonuçta bu maceranın sonuna geldik. İşte torunum, bu anlattıklarımı unutma. Bu memleket nasıl kurtuldu. Bizim katkımız da böyle oldu. İlerde sen de çocuklarına anlatırsın" dedi ve başımı okşayarak derin bir uykuya daldı. Yüzünde yaşadığı bu müthiş hikayeyi bir sonraki nesle aktarmanın huzuru vardı.

KESİŞME VE ÇAKIŞMA...

Şimdi gelelim yazının başında sözünü ettiğim THY İlk Genel Müdürü Fesa Evrensev ile benim Büyük Amcam, yani dedemin kardeşi Salih Reis'in hayatlarındaki bu kesişmeye. Ne olduysa bu Pandemi nedeniyle oldu. Evlere kapandık, başladık eski defterleri karıştırmaya. O kadar çok malzeme çıkmaya başladı ki ben de şaşırdım. Kütaphaneyi düzenleme sırasında karşıma koskoca kırmızı bir cilt içinde " Dünden Bugüne Türk Hava Yolları" yazan kitap çıktı. THY'nin 50. yılında basılmış. Yani 1933-1983 arası. Açıp biraz okuyayım dedim. Baştan başladım, ilk sayfada Genel Müdür Cengiz Sakaryalı'nın giriş yazısı vardı. Daha sonra Kitabı hazırlayan İlyas Albayrak'ın yazısı, sonra da İlk Genel Müdür Fesa Evrensev'in biyografisi. Biyografiyi okurken bir anda yerimden fırladım. İnanamıyordum. Bakın o biyografi de ne diyordu: " Fesa Bey Galatasaray Lisesi mezunuydu. Oradan Harp Okuluna geçti. Süvari Teğmeni olarak mezun oldu. Daha sonra Yüzbaşı rütbesindeyken girdiği sınavı birincilikle kazanıp Pilot oldu. Kafkas cephesine tayin oldu. Kendisini oraya götüren gemi AMASRA açıklarında Rus Savaş Gemisi tarafından yakalanıp batırıldı. Gemidekiler esir alındı.

Beş yıl sekiz ay Sibirya'da esir kaldı. Buradan kaçarak 1920'de yurda döndü. Bir çok görev aldı. 1933'de Havayolları Devlet İşletme İdaresi'nin (THY) başına getirildi ve ilk Genel Müdür oldu. Bu görevde bir yıl kaldı. Emekli oldu. Bundan sonraki ömrünü Türk Hava Kurumuna hizmet ederek tamamladı. 9 Nisan 1951'de İstanbul'da vefat etti." Ben tabi bu satırları okuduktan sonra adeta koptum. Saatlerce oturduğum yerden kalkamadım. Kafamdaki o büyük amcadan dinlediğim filmi hatırlamak için hafıza hazinesini geriye sardım. Olaylar yukarda anlattığım gibi kesişmiş ve çakışmıştı. Sadece bizim denizciler götürdükleri komutanın adını ve kimliğini bilmiyorlardı. Vatana döndükten sonra kendilerini misafir eden garnizon komutanına sorduklarında beraberlerindeki komutanın pilot olduğunu öğrenmişlerdi. Şimdi ben de diyorum ki bizim laz denizcilerin götürdükleri ve 5 yıl 8 ay Sibirya da beraber sürgünü yaşadıkları, altı gün Karadeniz'in hırçın dalgalarında kürek çekerek vatana geldikleri bu meçhul Komutan Pilot Binbaşı Fesa Evrensev'den başkası olamazdı. Takdir sizlerin. Allah'ın rahmeti üstlerinde olsun. Nur içinde yatsınlar.

Not :

Bu olayın içinde yoğunlaştığım üç gün içinde başvurabileceğim tek kişi şu anda pandemi nedeniyle Ankara'da ki evine dönmeyip Burhaniye'deki küçük evinde yaşayan Amcam Rüstem Kaptan'dı. Amcam, Allah sağlık versin 95'e yürüyor. Her türlü sağlığı Maşallah yerinde. Türkiye Cumhuriyeti'nde Orman Bakanlığında Mühendis olarak en alt kademeden göreve başlayıp daha sonra 9 yıl Genel Müdürlük iki yıl da Müsteşarlık yapmış bir kişi. Telefon edip sordum. Amcası Salih Reis'in Sibirya'da uzun yıllar esir kaldığını biliyordu ama bu benim bildiklerimi de ilk kez duyuyordu. Olsun bir bölümünü olsun doğrulamıştım. Bu arada THY'nin 75. Yılda çıkardığı o devasa kitapta Fesa Evrensev'in başına gelen bu maceradan hiç bahsedilmiyor. Yani Amasra açıklarında gemilerinin Ruslar tarafından batırıldığı konusu yok.

Ayrıca buradan THY yetkililerini uyarıyorum sakın bir daha 75. yılda basılan bir kitap gibi yeni bir baskı yaptırmayın. Yemin ediyorum, kitap 10 kilo var. Ne ele alınıyor, ne de kucağa. 50. yılda basılan daha güzel.

Okunabilecek bir kitap yaptırın.

Yazarlar